5.4

Zaman yanıbaşımızdan geçerken, mis kokan başın yanımdaysa eğer, vakit daha erken demektir. Aldırmadığım dakikalar alnımda çizgilerce telaş bırakmaktaysa bir süredir, sen yoksun demektir. "En fazla ne sığar ki bu kadar güne?" derken onlar, içimden taşanlara tercüman olamıyorsa kelimeler, belkide tebessümünden kopabilmek için fersah fersah yol kat etmeyi göze alamamıştır gözlerim. Kendimi buldum bulalı sessizlik, sensizlikle eşdeğerse eğer, tüm melodiler dilinden dökülecek sözcüklerin ardına gizlenmiştir. Bütün derdim, avuçlarında son bulacak acıları sırtlamaksa günlerdir, sanki tanrı her kuluna dermanı uzak eylemiş gibi gelir.

Zaman geçer lakin vakit alır. Başım döner, rayihan kalır. Dört bir yandan bastırınca dert, sen gelirsin, çehrem güler. Nefes alırım, bir tebessüm ödünç alırım yüzünden; borç yiğidin kamçısıdır derler, yiğit gelemedim, belki yiğit giderim.

Sol Anahtarı

Seni kendi ellerimle cennete bıraksam kaçmak için sonsuzluğu arşınlamayı seçerdin; mutlu olman için elimden geleni yaptım ademoğlu, sense beni bezdirdin.

Durumu şöyle özetleyebiliriz: Sessizliği tanrının bir lütfu olarak görüyorum, karanlığı her gün gözümü kırpmadan bekliyorum, yalnızlık dost haneme dostane bir mutlulukla gelsin isterim, hiçliğin içinde benliğimle bir olmak için varımı yoğumu verebilirim ve şu an, tüm bu söylediklerime sahipken, kendimi buradan kaçabilmek için plan yaparken buluyorum. Sanırım ben insanım.

İstediği her şeye ve daha fazlasına sahip insan. Örneğin kulaklarım olmadan yaşamayı çok isterdim. Aklımdan bir nota tutsam, onunla bir ömrü besteleyebilirdim. Bestelerimle beslediğim sessizliğimleyse bir ömür ölüm özlemimi dindirirdim.

Ya da her derin nefeste müebbet hapse mahkum ettiğim kokun ciğerlerimden firar edecek korkusu taşımasaydım bu kadar çabuk yenilmezdim. Nefes almayı da bu yüzden pek sevmedim.

Ama doğar doğmaz lanetlenen her masal kahramanı gibi ben de hikaye mutlu sonla biter umudu taşıdığımdan, sayfalarca taşıdığım bu yükü meraklı bir çocuğun dikkat kesildiği sözcüklere gizledim.

Eğer başımdan geçenlerin, aklımdan geçenlere denk düşmesi için bir tek atmak ya da tek bir adım atmak arasında kalsaydım omzumdaki yeşil periden Van Gogh sabrı dilerdim.

Duyuyorum, evet sizleri çok net bir şekilde duyuyorum; tavrım tüm bu memnuniyetsizliğinizin kötü bir kopyasından ibaret o yüzden. Elimde olanlara bir türlü sevinemiyorum, nedense bir türlü yetmiyor sahip olduklarım. Renkleri aramam gerektiğini söylüyorsunuz, oysa ben karanlığın siyahında hepsinden bir parçayım. Kuşların cıvıldamasından bahsediyorsunuz, halbuki ben içimdeki kelebeklere aşığım. Birinci tekil şahsımdan -lerler, -larlar üretme çabasındasınız, ama siz zaten çoksesli düşüncenin varlığından habersiz çok fazla ses çıkarttınız. Susmalısınız... hepiniz. Susup beni Stockholm sendromumla yanlız bırakmalısınız.

Demek İstediğim

İnsanın aklına bin türlü şey geliyor, not defterleri o yüzden bu kadar çabuk biter hep. Bazense kişi, aklındakiler akıntıya kapılıp gitsin istiyor, işte budur suya yazı yazmaktaki asıl sebep.

Şüphesiz ki net yargılara kuşkuyla yaklaşmak pis bir dürtüdür. Bunu bir kutsal kitapta okumuştum; hangisi tam emin değilim, zaten hangisi olduğu önemli de değil. İstersen senin için, içinde Hubble Uzay Teleskobu ve Googleplex geçen bir kutsal kitap yazabilirim ve bu sadece iki günümü alır.

Şüphesiz ki biz fazlasıyla şüphecilikten kafayı yemişiz.

Tanrı dediğin böyledir. Senin septik olup olmadığın konusuna kafayı fazlasıyla takmış, çoğul kişilik bozukluğunu gizleme gereği duymayan garip bir edebiyatçıdır. Gerçek hayatta karşılaştığın vakit içindeki acıma duygusundan fazlasını harekete geçiremeyecekken, malikanesinde inzivaya çekilmiş halde Nobel'e aday kitaplar yazıp, imza günlerine katılmadıkça ilahlaşır. Hem bilirsin, insan en çok da daha önce hiç göremediği şeylerden hoşlanır.

Zihin, yarattıklarına itaat etme konusunda daha bir heveslidir. Ne de olsa O'nu elleriyle dünyaya getirmiştir. Gerçekten çok gerekçelerden güç alan bu varlık, insanın içinde doldurduğu boşluk kadar engin, aklından geçenleri ötelediği kadar zeki ve hepi topu bir hafıza kaybı kadar yücedir. Çünkü beyin en beylik cümleleri bile bir kalemde silmeye meyillidir.

Boşver; nasılsa tüm bunlar, unuttuğun anların toplamı içindeki umuttan büyük olmadığı sürece saçmalıktan ibarettir.

Şüphesiz ki biz aramaya inanmışların ve kendini şanslı hissedenlerin önlerine çıkan ilk sitedeyiz; biz çerezlerle birlikte silinmeyeniz.

Bu arada hala aynı yerdeyim. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Sanırım sessizlikten sıkılan ruhum sağır olup olmadığımı anlamak için avazı çıktığı kadar bağırıyor. Neyse ki kör olmadığımdan emin gözlerim karanlığa fazla aldırmayıp göz yaşlarına boğulmamam için elinden geleni yapıyor.

Kulaklarım uğulduyor. Başım dönmeye başlıyor aynı anda. Çevremde bir şeylerin de dönerek bana eşlik etmesi iyi olurdu aslında. Çünkü bu zifiri tablodan yeterince feyz aldım bana kalırsa, yeterince anlam yükledim tüm bu yokluğa.

Saçmalıyorum, yine ellerimi bir yerlere tutunmak için sağa sola savurmaya başladım. Bunu yapmayı çok uzun zaman önce bırakmamış mıydım? "Öğrenilmiş çaresizseniz, bildiklerinize çare sizsiniz." derdim aslında uzaktan bakıyor olsam bu manzaraya. Ama kendime yaklaştıkça, bildiklerimden kaçmaya çalışıp nasıl nefes nefese kaldığımı gördüğümden acıyorum bir süre sonra. Değersizlik falan da değil bu hissettiğim, başka bir şey. Anlatmak isterdim ama çehrem çoktan çöpü boylamış roman müsveddeleri gibi şu anda.

Ellerimi mideme götürüp gözlerimi yumuyorum, yani sanırım. Yine beklemekten başka çare göremiyorum. Kendi etrafında, bu da yetmezmiş gibi benim etrafımda dönüyor başım. "Zaman zarfı" ne demek diye yıllarca merak etmiştim. Halbuki şimdi, adresimi pek de net vermediğimi fark ediyorum. Geçmiyor dakikalar, vakit sona ermiyor bir türlü, şüphe duymaya başlıyorum yine kurtulacağım fikrinden. O sırada Hubble Uzay Teleskobu'ysa bir kaç fotoğraf gönderiyor benim de içinde bulunduğum koca evrenden.

Önsöz

İşte her şey böyle başladı; büyük patlamayla falan değil, tam olarak böyle.

Gözlerimi açtığımda, bu yaptığımın ne kadar da işe yaramaz bir eylem olduğunu bir kez daha fark ettim. Güneş görmez, doktor girmez bir yerde uzun zaman geçirince her şeyin aslında bir hayal olduğu fikrine daha çok ısınıyorsunuz. Tüm olan bitenin yatağınızdan doğrulduğunuz an yüzünüzdeki tebessüme sabit kalacak bir parça çılgınlıktan ibaretmiş gibi görünmesinin asıl sebebi bu sanırım. Bu yüzden biraz daha sağa, sola dönüp, derin derin alınan nefesleri ciğerlerinize kurban etmekte ve yattığınız yerden doğrulma faslını geciktirmekte de hiç bir beis görmüyorsunuz.

Evet, görmüyorsunuz. Ellerinizi gözlerinizin hizasına getirdiğinizin farkındasınız ama görmüyorsunuz. Başınızı yukarı kaldırdığınızın farkındasınız ama bir yukarının olup olmadığını bilmiyorsunuz. Boşlukta savrulan ayaklarınızın bir yerlere çarpmasından endişe etseniz de korkularınızla bile yüzleşme imkanı bulamıyorsunuz. Kim bilir, belki de yoksunuz.

Yoksunuz; hepimiz, her zaman, bir şeylerin varlığından yoksunuz. Belki ellerimizden yoksunuz; belki gök kubbeden yoksunuz; belki korkularımızla can bulacak hurafelerden yoksunuz, bilemiyorum. Ben şimdilik gün ışığından ve zaman mefhumundan yoksun halde donmuş düşlerimi, varlığını hayale yorduğum şu anın gerçekliğinden uzak tutmakla meşgul, zeminde uzanmış bekliyorum.